Makbule hanım, 1906 yılı Kasım ayının 18’inci günü, Adapazarı’nın Semerciler Mahallesindeki camide bayram namazı kılınırken bir erkek çocuk dünyaya getirir. Eşi Abasızzadeler’den Mehmet Faik bey de namazdadır. Mehmet Faik bey eve geldiğinde sevinci katlanır. Çocuğun adını Mehmet Sait koyarlar. Baba Mehmet Faik bey Karamürsel’de tahrirat katipliği yapar, dört yaşındaki Mehmet Sait, yaşamında önemli bir yer kaplayacak olan denizle işte burada tanışır. Yunan ordusu Adapazarı’ndan çekilince babası belediye başkanlığı yapar, ayrıca Müdafa-î Hukuk Cemiyetinde görevalır. Başarılı çalışmalarından dolayı “beyaz kuşaklı istiklal madalyası” ile ödüllendirilir.
Otoriter bir yapıya sahip olan Makbule hanım, oğlunun Hariciyeci olmasını, babası da ticaretle uğraşmasını istiyordu. Ama O, her ikisinin de biçtiği gömleğe girmedi.
Adapazarı, Bursa, İstanbul’da öğrenim gördü. İstanbul Erkek Lisesi’nde Nurullah ATAÇ ve Hakkı Süha öğretmenleridir, bir dönemin ünlü dışişleri bakanı İhsan Sabri Çağlayangil de sınıf arkadaşıdır. Hikâyeleri bir siyasi görüşe sığsın veya teknik bir alt yapıya uysun diye zorlamadı kendini. Kendi tarzını yaratarak klâsik öykücülüğe sığmadı edebiyata yeni bir soluk getirdi. Böbürlenmeden, sıradan, doğallıktan sapmadan; insanları, doğayı, hayvanları, denizi sevdi. Burgazada’da, şimdi Müze olarak hizmet vermekte olan evinin giriş kapsındaki basmaklarda “Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak herşey” cümlesi, bu sevgisinin bir sonucu olarak kazınmıştır oraya. Yaşamın, insanların hem iyi hem de kötü taraflarını samimiyetle şiirsel bir dille anlatarak çağdaş hikâyeciliğe yaptığı katkılarla, Türk Edebiyatında bir dönüm noktası, bir köşe taşı kabul edilir.
1928’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine girer. İlk öyküleri, Servet-î Fünun dergisinde sonra Milliyet Gazetesinde yayınlanır. 1930’da okulu bırakıp Fransa’ya Grenoble şehrine gider. Dönüşünde bir süre öğretmenlik yapar, babasıyla birlikte ticaretle uğraşır, ancak zahire tüccarlığında başarılı olamaz. Bu dönemde Ahmet Muhip Dranas, Abidin Dino, İlhan Berk, arkadaşları arasında en sık görüştükleridir. 1934’te Varlık, Ses, Yücel gibi edebiyat dergilerinde öyküleri yayınlanmaktadır. Soyadı Kanunu çıkınca; babasından “Faik’i” alır, kendi adından da “Mehmet’i” çıkarır, baba tarafı lâkâpları olan Abasızzadeler’den esinlenerek Abasıyanık soyadını alır ve Sait Faik ABASIYANIK olur.
Öyküleri, dergilerde gazetelerde yayınlandıkça, Sabahattin Eyüboğlu, Yaşar Nabi, Peyami Safa gibi edebiyat ustalarından olumlu eleştiriler alır. Büyük usta Nazım Hikmet de o’nun için zamanın Akşam gazetesinde eleştirel bir yazı kaleme alır. Sait Faik’in, alt tabakadaki insanların sıradan, sıkıntılı yaşamlarına siyaset dışı bir motifle yaklaşmasını olumlu bulmaz usta. Bu anlamda o’nu burjuva yazarı olarak nitelendirir. -Memleket meselelerini bilmek ve buna göre edebiyatı ciddiye almak- büyük ustanın genç yazarlara öğüdüdür.
Ancak, Sait Faik’in siyasi çizgilerle buluşması, bu anlamda çetin kavgalarda bulunması olası değildi. Çünkü herkes gibi o’nun da kendi yaradılış özellikleri, kendi doğası vardı, öyle oluyordu ve zaten bu yönüyle apayrı bir çizgideydi. Kendi öyküleri hakkında bile konuşmak huyu değildi. Toplantılarda bulunmaz, kalabalıklardan yılardı. 1940 yılında Varlık dergisinde yayınlanan bir öyküsündeki bazı tanımlar gerekçe gösterilerek ihbar edilir ve Askeri Örfi İdare Mahkemesinde yargılanır. Sadece iki duruşmada biten bu süreç bile o'nu oldukça huzursuz eder ve üzer. Zaten ürkek doğası nedeniyle fazlaca korku ve heyecan yaşamasına neden olur. Neyse ki ikinci duruşmada beraat eder. Düzenin çirkinliklerini, sahteliklerini, hayatın adaletsizliklerini; ömrün sıradanlığına samimiyet katarak, insanı hemen kucaklayan sıcaklıkla, adeta okuyucunun yanıbaşına çömelerek, gizli bir heyecanla ve yaşama sürükleyici bir lirizm dokuyarak anlatmayı sevdi sadece, böyle de yazdı. Bu yönüyle de Türk Öykücülüğüne yepyeni bir soluk armağan ediyordu.
1944 yılında Rıfat Ilgaz ile dostluk kurar. 1945’te hastalığı başlar, sirozdur.
Ailesinin aldığı Burgazada’daki ahşap köşkte, çok sevdiği, sığındığı adasında çok sade bir yaşam sürdü. Deniz, yandan çarklı vapurlar, gün ışımadan küçük motorlarla denize açılan gariban balıkçıların hayatları, martılar, dülger balığı, kuşlar, balıkçıların/ garibanların takıldığı kahveler, adanın dar ve bakımsız yolları, çakısı, çizgisiz sarı defteri, elbette kalemiyle birlikte. Adada arkadaşları Arap ve Piços (köpekleri) ile birlikte, kendi deyimiyle; “insanlığı, cesareti, iyiliği, güzelliği, dostluğu, alınterini, sessizliği yeniden bulacak, belki yeniden adam olmasa bile temiz bir hayatın içinde hayran, meyus ve mahcup ölümü bekleyecekti. Hatta söz vermişti kendi kendine, yazı bile yazmayacaktı. Yazı yazmak da hırstan başka ne idi”. Ama yapamadı, koştu tütüncüye gitti. Kâğıt ve kalem aldı. Oturdu. Adanın tenha yollarında gezerken canı sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebinde taşıdığı çakısını çıkardı, kalemi yonttu. Yonttuktan sonra tuttu, öptü. Yazmasa deli olacaktı. Öyle de oldu.
11 Mayıs 1954 günü, milyonlarca sevgi ve saygıyı alarak yanına alarak, sevginin mucizelerine bütün kalbiyle inanarak, bıraktığı eserleriyle milyonlarca insanın kalplerine sebepsiz, karşılıksız sevgi köprüleri kurup herkese yürekten bir selam bırakarak gitti ebediyete.
Okumadınızsa mutlaka Sait Faik okuyun ve mutlaka çocuklarınıza, bütün çocuklara okutun.
Sevgiyle kalın.
SEN DE DÜŞÜNCELERİNİ PAYLAŞ!