Dostoyeviki’nin bir çok romanını okudum. Romanın kahramanı üzerinden, insanı anlatır. Kahramana roller verir, insanın iç çelişkilerini, yaşamla mücadelesini, hayattan ne hissettiklerini, ne yapmak istediklerini ya da ne yapamadıklarını anlatır.
İnsanın; toplumla olan ilişkisine, doğa ile mücadelesine, hayatın ızdırabına romanlarında tanık oluruz. İnsanın toplumsal sorumluluklarını ve varoluş mücadelesini romanlarında ilmik ilmik işler.
Yeraltından Notlar romanı, aslında romandan da öte; bir felsefe kitabı, bir psikoloji kitabı, bir öykü, bir masal, bir ders kitabı gibi… Okur hangisine karar vermişse, bunlardan biridir de diyebilir, hatta bunlardan bir kaçı da diyebilir.
Romana, psikolojik iç tahlillerle başlamış, felsefi düşüncelerle devam etmiş, masal anlatır gibi kendini anlatmış, iki küçük öykü ile sürdürmüş, kitabın bütününde bir ders kitabı gibi yaşama dair düşüncelerini ortaya koymuş.
Romana önce kendi iç konuşmaları, hayalleri, geride bıraktıkları, insana ve topluma dair görüş ve düşünceleriyle başlıyor.
Hasta bir insan olduğunu, kötü bir adam olduğunu, iyileşmek için doktora gitmek istemediğini… Çalışmayı bıraktığını, kaba bir insan olduğunu, kaba olmaktan zevk aldığından, ancak asla kabalığını başkalarının üstünden geçinmek için kullanmadığından bahsediyor…
Memurluk döneminde, iş takipçilerine çok sert davrandığını, onları hizaya getirmek istediğini, ancak bir süre sonra her ne kadar insanlara kötü davrandığını belirtse de bunları yapamadığını anlatıyor.
İnsanlar yaptıklarıyla yüz yüze kalabilmekte ve kendini sorgulamakta. İnsan bazen iç çelişkiler ve iç konuşmalarla kendini sorgulamalar yaptığında, kendini aklama rolüne bürünebileceğini, eh işte kendimi de yargıladım, şimdi sorumsuzluğumu üzerimden attım, diyebildiğini…
Bakın her şeyimi paylaştım, ortaya döktüm, içi dışı bir insanım. Her halde iyi bir özeleştiri olmuştur. Küçülmekten bile zevk alan bir insanın asla özüne saygısının olamayacağını, defalarca aynı hatayı yapan birinin bir daha yapmayacağım demesinin ne anlamı var?
Ortada hiçbir şey yok iken bazen birine kızıp öfkeleniyordum. Sonunda bunu gerçekmiş sanıyordum. Oysa kendimi kandırıyormuşum. Bu aslında bana ızdırap veriyordu. Ruhumun derinliklerinde hissediyordum. Bazen birilerinden öç almak ve düşmanca tavırlar ortaya koymak istiyordum. Sonunda da bundan vazgeçiyordum. Keşke bunların hepsini yapamasam, hatta bana desinler ki aklından geçenleri yapamayan tembel biri… Bu bile daha iyi, tembel biri demeleri, oysa insanlara zarar vermekten tembel olmayı yeğlerim.
İnsanlar, kendi çıkarlarını bilmedikleri için kötülük yapmaktalar. Güya aydınlanan insan, gerçek çıkarını görecek kötülükten iyiliğe uzanacak. İnsan kendi çıkarının ne olduğunu bilemiyor. Bazen kendisi için iyilik değil, bile bile kötülük yapıyor, hatta kötülüğü arzuladığı için yapıyor.
İnsan bazen aklını kullanarak, şeref, onur haysiyet, ahlak ve toplumsal huzur için bir gaye peşinde koşabilir. Ancak, bunları da sırf kendi çıkarı için yaptığı bile olabilir. Bence şu anda bütün sistemler, insanların kendi çıkarının gerçekte ne olduğunu ve kendine yarayacak eylem ve davranışın neler olduğunun henüz farkına varmaya imkan vermiyor. İnsan gerçek bilginin peşinde gitmeye henüz alışamamıştır.
İnsan, ancak kendi arzuları ve isteklerinin toplumun ihtiyaçları doğrultusunda gerçekleştiğinde doğal bir yaşam sürdürecektir. İnsan, kendi çıkarları ile toplumun çıkarlarını buluşturacak zihinsel düzeye erişememiştir. İnsanın özünde nankörlük etmeye yatkınlık vardır.
İnsan her zaman akıl ile çıkarın buyurduğu gibi değil de canının istediği gibi davranabilmekte. İnsan bazen sınır tanımayan, kural tanımayan manasız, anlamsız kapris ve çılgınlıklar yapabilir. Çevresi tarafından kışkırtılmaya ve yönlendirilmeye maruz kalabilir. Bazen aklını ve ruhunu başkalarının emelleri için heba edebilir, ancak oradan da yine bir çıkar ve arzu istek peşinde olabilir.
İnsan aklı ile hareket etmesini bilmeli ancak, akıl her zaman doğru sonuca götürmeyebilir. Akıllı hareket etmek bazen daraltabilir, amaca gidemeyebiliriz. Oysa aklı da içine alan yani hayattan beklentilerimiz, bize coşku veren duygularımız, bizi yaşatan ve geliştiren arzu ve isteklerimizle karar vermeliyiz.
İnsan, en değerli varlığı olan şahsiyetini, karakterini, özünü korumasını ve sahip çıkmasını bilmelidir. Dedik ya, arzu ve isteklerimiz, akıl ile birleşirse daha gerçek kararlar verebilir. Ancak, bazı kimseler çıkabilir, sırf akılla hareket etmemek adına, aklının kıt olduğunu ve hatta deli taklidi yaparak akıldan yoksun olduğunu ispat etmeye çalışır, kendini daha masum gösterip arzu ve isteklerini sırf çıkarları uğruna kullanabilir.
Gerçi hep şuna inanmışımdır, insanın yaratılışından hangi yönde giderse gitsin, ne yaparsa yapsın; hep kendine yol açmak için yaptığını iyi biliyorum. Tembellik bütün kusurların anasıdır. İnsan yapıcıdır, ancak aynı insan yıkıcıda olabiliyor. Bazen böyle yapmaktan da zevk alabiliyor.
İnsan bir satranç oyuncusu gibi gayeyi değil, gayeye giden yolu sever. İnsan gayeye ulaşmak için çalışmayı sever, fakat ulaşmayı da pek istemez.
Her insanın hatıralarında, herkese söyleyemeyeceği, ancak dostlarıyla paylaşacağı sırları vardır. Hatta dostlarına bile açamayacağı, kendi kendine itiraf edeceği sırları bile vardır. Dahası, insanın kendi kendine bile itiraf edemeyeceği ve yüzleşemeyeceği sırları olabilir. Hatta çok namuslu ve çok şerefli olarak gördüğümüz insanlardan bile kendi itiraflarıyla yüzleşmekten kaçınanlar olabilir.
Roman, buradan sonra iki küçük öykü ile devam ediyor.
Sokakta beş parasız dolaşırken, eski bir dostu olan Simonov’un kapısını çalar. Kapıyı açtığında, Simonov’un yüzünde bir isteksizlik ve hoşnutsuzluk vardır. Ancak, birazda yüzsüzlük edercesine içeriye bedenini atar. Bu arada neden geldiğini sorar, seni ziyaret etmek istedim der. Oturmaya yer göstermez, ancak yüzsüzlük ederek kanepenin kıyısına çöker. İçeri de üç kişi daha vardır; Zverkov, Ferfiçkin ve Trudolubov kafa çekmekteler. Bu üç kişide, bu ziyaretten rahatsız olur. Simonov, bu davetsiz misafirlikten hoşlanmaz. Rahatsızlığını belirtmek ve kalkıp gitmesi için bir mahcubiyet durumu arar ve bulur. On beş ruble borcunun olduğunu, yanında getirip getirmediğini sorar. Bu durumdan mahcup olur. Borcunuzu isteyeceğinizi bilmiyordum, üzerimde yok, ama söz öderim der. Bu arada evdeki misafirlerin ziyafetine katılır, önemli görmeseler de masada yerini almıştır. Birden, kendini ifade etmek ve değer verilmesini sağlamak maksadıyla, yüksek sesle akıl vermeler ve felsefi konuşmalar yapar. Bunu da tam karşısında ve orada daha itibarlı olan Zverkov’a karşı yapar. Bu durumdan çok rahatsız olurlar, dışarı atmak isterler. Zverkov buna izin vermez, sakin olun bana bir şey yapmadı, sadece düşüncelerini ifade etti, der.
Daha sonra hepsi de ağız birliği etmişçesine, bu gecenin çakırkeyif ve taşkınlığıyla başka bir mekana gitmek istediklerini kendi aralarında konuşurlar. Ancak, bizim kahramanımız nereye gitmek istediklerini işitmiştir. Hepsi birden evden ayrılır, orta yerde kalır. Dışarı çıkar, işittiği o mekanın adresini gecenin bir yarısında bulmak için şehrin caddelerini dolaşır. Sonunda bahse konu olan yeri bulur.
İçeri girer, hepsini orada görmek ister, ama salonda kimseyi göremez. Bu arada salona açılan kapılarda insan sesleri ve konuşmalarını işitir. Salona açılan bir kapının önünde, uzun boylu, sarı saçlı, ince yapılı, mahmur bakışlı, masum yüzlü yirmi yaşlarında bir kadın görünür. Ne aradığını sorar, o gece başından geçenleri anlatır, arkadaşlarının buraya geldiğini, kendisinin de peşlerine takıldığını, ama kimseyi göremediğini belirtir. Adının Liza olduğunu öğrendiği bu güzel kadına felsefe ağırlıklı, yaşam deneyimlerini, hayattan beklentilerini, aklından geçenlerini anlatır. Liza, büyük bir saygı içinde dinler ve masum bakışlarını üzerinde gezdirir. Koyu bir sohbete dalmışlardır. Liza’dan hoşlanmaya başlar… Liza ise sakin ve vakur bir şekilde ara sıra gülümser, tebessüm eder. Bu böyle uzayıp gitmiştir… Her ikisi de tatlı hayallere dalmışlardır. Birden kendine gelir, ne yaptığının farkına varır. Özür dilerim Liza, kör nefsimi tutamadım, bağışla beni. Ben yaptım işte, böyle mi yapacaktım, kendimi şimdi hiç iyi hissetmiyorum, der. Liza ona yine masum masum bakar. Beni affet, sana zarar vermek hiç aklımdan geçmemişti, Neden böyle bir şey yaptık, ya da yaptım anlamadım işte der… Ben gidiyorum, der ve kapıya yönelir. Geriye döner, Liza eğer buradan kurtulursan, kalacak yerin olmazsa, şu verdiğim adrese gel, dışarıda kalma, seni misafir ederim der ve ayrılır.
Evine döndüğünde, Başlar kendini sorgulamaya, neden arkadaşının yanına gittiğini, neden orada istemeye istemeye yanlarında kaldığını, kendini istemedikleri halde neden birlikte zaman geçirdiğini sorgular. Sonrasında durup dururken, neden Zverkov’a kaba davrandığını ve sonrasında onların peşine düştüğünü sorgular. Peki ya, Liza ile geçirdiği zaman, mutlu olmuştum doğrusu, şimdi ise kendimden utanıyorum… Ama yine de güzel bir kadındı, der.
Ancak, birden irkilir, bak ne büyük hata ettim. Hiç bilmediğim bir mekanda, bir gece yarısı, tanımadığım bir kadına adresimi verdim… Ya gelirse, ben ne yapabilirim. Ne işim var benim öyle yerlerden gelen kadınlardan, başımı belaya sokacağım, der. Yaşadığı bu çelişkileri içinde hep sorgular, tartar ve tartışır… Bir gün kapı çalınır ve karşısında o sarı saçlı, uzun boylu masum yüzlü, yüzünde tebessümü eksik olmayan Liza’yı görür. Çok şaşkındır, birden öfkelenir ve gelişinden rahatsız olur. Liza’ya bağırmaya başlar, verdiğim bir adrestir, benim peşimden neden geldin? Peşimi bırakmanı istiyorum. Senden nefret ediyorum, seninle bir daha görüşmek istemiyorum, der. Liza, yine her zaman olduğu gibi masum yüzünden ve tebessüm halinden hiçbir şey eksilmez. Hiç tepki vermez, sinirlenmez, ancak yüzünü kanapeye koyar ve kapanır olduğu yerde yığılır kalır… Bu arada der ki, içinden, aslında Liza’dan nefret etmiyorum, hoş bir kadın, güzel bir kadın, tüm kusurlarından arınmış bile olsa kabul edebilirim. Ancak, Liza’nın kusurlarıyla birlikte yaşayamam, beni bu rahatsız eder, der.
Liza başını kaldırır, paltosunu, kaşkolunu alır, sağı solu süzer birde onu süzer. Allahaısmarladık, der ve kapıya yönelir. Arkasından koşar, avucunun içine elli ruble para koyar, güle güle diyerek gönderir. Liza hızlıca merdivenden iner, dış kapının sesi duyulur ve artık orayı terk etmiştir. Arkasından, aşağıya indiğinde kapının hemen arkasında yerde bir cisim görür, buruşturulmuş bir kağıt vardır. Yere eğilir ve bakar ki, Liza’ya verdiği elli rubleyi kapının arkasına, evin içine fırlatıp çıkmıştır.
Bir okur olarak Dostoyeviski’nin “Yeraltından Notlar” romanından ne anladım;
Her insanın hayatında yaşadığı travmaları, istenmeyen ve bireyi rahatsız eden düşünceleri vardır. Birey ne yapıyor bunları? Unutmaya çalışıyor ya da hatırlamaktan uzaklaşıyor. Dostoyeviski, buna Yeraltından notlar demiş, aslında bu Freud’un topoğrafik kuramındaki “Bilinçaltı”dır. Hepimizin bilinçaltında biriken ya da biriktirdiğimiz yaşantılarımız var. Birey zaman zaman bu bilinçaltında birikenlerin etkisi ve tesiri altında kalmakta.
Yeraltından Notlar, ya da bilinçaltı düşüncelerimiz, bir kardelenin karlar altında, kar örtüsünün güneşi ilk gördüğünde, kar örtüsünü delerek yaprağını ve gövdesini uzattığı gibi, bilinçaltında biriken söz, eylem, yaşantı, korkular, travmalarda uygun ortam bulduğunda kendini göstermekte. Ya bir söz, ya bir davranış ya da bir hareket olarak bilinçaltımızı açığa vururuz.
Bilinçaltımız hep çelişkilerle doludur, zaten barışık olsaydık bilinçaltına göndermezdik. Birey bu çelişkilerle baş başa kalabiliyor. Bazen bu çelişkiler bireye ızdırap veriyor, bazen hiç yapmayacağı davranışlara sevk ediyor, bazen de olmadık cesaretlere yöneltiyor.
İnsanın yüreği, kalbi ve ruhu temiz ve naif ise, bilinçaltı bireyi esir alamıyor. Liza ne yaptı, kendisine barınma kolaylığı sağlayan birinin evine gitti, onca hakaretler işitince, geçmişte yaşadıklarının hatırına cevap bile vermedi. Eline tutuşturulan elli rubleyi buruşturup attı ve orayı terk etti. Onurlu bir davranış ortaya koydu.
Bilinçaltımız, ne olursa olsun, ne kadar dolu olursa olsun, eğer sağlam bir kişiliğimiz ve karakterimiz varsa bizi teslim alamıyor. İnsan, bilinçaltı ve bilinci ile kendi yaşamına yön verebilecek bir güce sahiptir. İnsan her ikisini de yönetebilmeli.
İnsan çıkarlarını bilemiyor. İnsan ilişkilerinde çıkarlarımızı öncelikli olarak ortaya koyduğumuzda, aslında yanılıyoruz. Her daim ve her zaman kendimizin kazanacağını bilmemiz doğru ve gerçekçi bir çıkar değildir. Her zaman kazanmak ve kazanmayı istemek, yanılgılarımızın sayısını artırır.
İnsan, bazen nefsine teslim olabiliyor. Zayıflıklar gösterebiliyor. Dünyanın rengine kanabiliyor, gördüğü, yaşadığı ve tanık olduğu her şeyin sahibi olduğunu sanıyor. İnsanın bir yerde ya da bir ortamda hasbelkader bulunması demek, oranın ve oradaki canlı ve cansız her şeye karşı arzu ve istek de bulunmasını gerektirmiyor.
Bilinçaltımız sadece bizim bilinçaltımız değil. Gerçi başkasının da değil. Ancak, bizim kontrol edemediğimiz bilinçaltımızı, başkaları fevkalade hatırlayabilir ve bize hatırlatabilir. Arkadaşını görmeye gidiyor, on beş ruble borcunun olduğunu arkadaşından öğreniyor.
Bilinçaltı öyle bir şeydir ki; ben bir şehir çöplüğüne benzetiyorum. Şehir çöplüğünde, kokmaya yüz tutmuş yemek atıkları, metan gazına dönüşmüş organik atıklar, pis kokular, çirkin görüntüler, daha da sayabiliriz. Ancak aynı çöplükten yitirdiğimiz, evi süpürürken makineye kaçan mücevherler, çöp torbasına düşen kıymetli eşyalar. Bu da işime yaramaz deyip attığımız antika eşyalar, uzun süre kullanmayıp da fazlalık diye attığımız değerli eşyalarımız, kaybolan kol saatleri, küpeler ve altınları sayabiliriz. Kağıt toplayıcıları, bir şehrin bilinçaltından beslenmekte ve hayatını sürdürmekte.
İnsan, bilinçaltına, öyle kötü, pis, terk edilmesi gereken bir yer gözüyle bakmamalı. Nasıl ki, vücudumuzun her bir organı bizim için değerli ve bedenimizi bütünlüyorsa, bilinçaltımızda bizim bir yanımız, bir parçamız, yani bizden biri. Öyle çok uzaklaşacak, terk edilecek, beynimizin derinliklerinden sıyırıp atabilmemizi gerektirmiyor.
İnsan kendine sahip olmalı. İnsan yaşadıklarının tanığı olmalı. Tanıklık etmek iyi bir şeydir. Doğanın insana hediyesidir, emanetidir... İnsan sadece tanıklık ettiğinin iyi olanını ve çıkarı olanını hatırlamamalı… Çıkarı olmayan, kendine yarar sağlamayan tanıklık ettiklerini de dosdoğru ve gerçekçi bir şekilde ortaya koyabilmelidir.
Gözün gördüğünü, kulağın işittiğini, yüreğin hissettiğini bilinç bilir. Bilinçten sakladığınız her şey sizi zamanla rahatsız eder, ızdırap duyarsınız… Gözün gördüğünü, gönülde görüyor. Saklarsan kendini kandırırsın. Kendine kötülük etmiş olursun.
İnsan, bilinci ve bilinçaltı ile barışık yaşamalı. İnsan bilincinin esiri olmamalı, bilinçaltını da esaret altına almamalı.
Bilinçaltınız, yaşadıklarınızın tanığıdır.
Herkese sevgilerimle…
SEN DE DÜŞÜNCELERİNİ PAYLAŞ!