ANA SAYFA > GÜNDEM > İşkence mi daha kötüdür, yoksa sürgün mü?

İşkence mi daha kötüdür, yoksa sürgün mü?

A+ A- Sesli Dinle
PAYLAŞ
İşkence mi daha kötüdür, yoksa sürgün mü?

Köşe yazarlarımızdan, araştırmacı gazeteci ve yazar Mehmet Erdül, son çıkan kitabı "Çengel İşkencesi" ve yine bu ay üçüncü baskısı yapılan "Başveren İnkılâpçı Ali Suavi" isimlerini kitaplarını, Karşıyaka Haber’e anlattı.

Mehmet Erdül, çalışmalarıyla olduğu kadar, karakteri ve efendiliğiyle de herkese örnek olacak bir insan. Yaptığı tarih araştırmalarında en ufak detayları bile titizlikle inceleyen, tek bir detayın doğrusunu öğrenebilmek için “deli” damgası yemeyi göze alabilen bir yazar... ‘Kitap imzalamanın yeri’ olmaz diyen Erdül, bir çay bahçesinde, şehirler arası yollarda mola tesislerinde, örgü evlerinde ve sayısız alanda okurlarını kırmadan kitaplarını imzalayan, yazarların kitap fuarlarında değil, semtlerde okurlarıyla buluşması gerektiğini savunan bir edebiyat devrimcisi... Bu değerli insanla, son kitabı “Çengel İşkencesi” ve bu ay 3. Baskısı yapılan “Başveren İnkılâpçı Ali Suavi” isimli kitapları üzerine konuştuk...

Son kitabınızla başlayalım. “Çengel İşkencesi” nasıl bir kitap?

Bu ay iki kitabım yayımlandı. Birisi 3 yıldır üzerinde çalıştığım ancak bu yılbaşında bitirdiğim tarihsel roman olan “Çengel İşkencesi” diğeri ilk baskısı 2000 yılında yapılan “Başveren İnkılâpçı Ali Suavi” isimli kitabım. Ali Suavi ile ilgili kitabım yayınlandığında, Makedon ayaklanması ve Balkanlardaki isyanlarla ilgili bir araştırmaya başlamıştım. Ancak o aralar “Sağır Soba” adlı kitap çalışmam vardı ve yayına yetiştirilmesi gerekiyordu. O yayınlandıktan sonra da “Büyüklere Masallar” adlı kitabım üzerine yoğunlaştım.

Balkanlardaki ayaklanmalar arşivlerden araştırılması gereken zor bir konuydu. Belgelere dayalı bir roman olması için, yerler ve yaşananlar, roman kahramanlarının konumu ile uyuşmak zorundaydı. 1876 ile 1899 yılları arasında Osmanlı topraklarında yoğun bakım ünitesi, cankurtaran servisleri, ilk Türk kadın doktoru, ilk Kadın Doğum Hastanesi gibi konuların kanıtları ile ve isimleri ile kitapta yer alması gerekiyordu.

Kitap, “ işkence mi daha kötüdür yoksa sürgün mü? “ sorusunun yanıtını, okurun kendisinin bulacağı bir çizgide olmalıydı. Tarihsel dokuyu bozmadan, detayları araştırmak, belgelerin çevirisi, anlatılan yer ve mekânların fotoğraflanması, tanımlanması ve tarihsel doku ile öykünün kaynaştırılması 3 yıl sürdü.

Neden Sürgün, neden işkence?

Günümüzde Laikliğe karşı çıkanların da, Osmanlı torunlarına maaş bağlanması için yasa teklifi hazırlayanların da bilmeleri gereken bir iki noktaya değinmekte yarar vardır. 1 Kasım 1922'de Türkiye Büyük Millet Meclisi, çıkardığı iki maddelik bir kanunla saltanatı kaldırmıştı. 4 Kasım'da son sadrazam Ahmed Tevfik Paşa istifa etti. 5 Kasım'da Refet Paşa, Babıali'deki bakanlıklara gönderdiği bir genelgeyle işlerine son verildiğini tebliğ etti.

17 Kasım sabahı Vahdettin, küçük oğlu Mehmet Ertuğrul ve hareminin mensuplarıyla birlikte Dolmabahçe Sarayından bir kayığa binerek Boğaziçi'nde demirlemiş olan HMS Malaya adlı İngiliz zırhlısı ile Malta'ya gitti. İngilizler Vahdettin'in İngiltere'ye gelmesini kabul etmediği için devrik padişah bir süre Malta'da kaldı. 1922 sonunda Hicaz kralı Hüseyin'in daveti üzerine hacca gitti.

20 Nisan 1923'e dek Hicaz'da kaldı. İngiltere'nin baskısı üzerine buradan ayrıldı. Bir süre İtalya'nın Cenova kentinde yaşadı. 11 Haziran 1923'te San Remo kasabasında kiralanan bir villaya taşındı. Vahdettin 16 Mayıs 1926’da San Remo'da vefat etti. Cenazesi Şam'a getirilerek Sultan Selim Cami kabristanına defnedildi.

Sürgün cezası Osmanlı İmparatorluğunu yönetenlerin siyasal nedenlerle en çok uyguladığı cezalardan biriydi. Asya, Avrupa ve Afrika’nın birleştiği bir coğrafya bölgesinde akıl almaz büyüklükteki topraklara sahip bulunan imparatorluk, siyasi sürgünleri ülke dışına değil; ülke içinde uzak yerlere gönderiyordu. Osmanlı Devleti varlığını sürdürdüğü 600 yıllık dönemde üç kıtada, sürgünler, çoğunlukla da Arap Yarımadası’na ya da Kuzey Afrika’ya oluyordu. Devleti yönetenler arasında yakını olanlar, ya da devleti yöneten kimi kişiler tarafından koruma altına alınanlar, Üsküp, Selanik gibi Avrupa’da yer alan yerlere gönderiliyorlardı. Sürgün Osmanlı Anayasası’nda yer alıyordu. Önceki yıllarda sürgün kelimesi yerine, kalebent, ikamete memur-ikamete mecbur, nefy, inhâ, iclâ, teb‘id, mütebâidin, nefy ü irsâl, sarf ü tahvîl, menfî gibi uygulamalar da bir tür sürgündü.

II. Abdülhamit zamanında sürgüne gönderilen kişiler çoğunlukla, asker ve doktor kesiminden oluşuyordu. Bunun nedeni, görevlendirilen “Hafiye Teşkilatı“ mensuplarının çoğunlukla doktor ve asker menşeli olmalarıydı.

Sürgünden dönen ittihat ve Terakki mensupları, iktidarı ele alınca II. Abdülhamit’in kendilerine yaptıklarının aynısını, ilk önce II. Abdülhamit’e daha sonra da muhaliflerine yapmışlardı. 31 Mart olayından sonra, II. Abdülhamit tahttan indirilmiş, Meşrutiyet’in ilan edilmesi ile İttihat ve Terakki Partisi yanlıları güçlü bir şekilde iktidarı ele geçirmişlerdi.

İttihat ve Terakki mensupları önce, sürgüne bir ihtiyat tedbiri olarak sıkça başvuran II. Abdülhamit’i Selanik’e sürgüne gönderdiler. Türk aydını için İttihat ve Terakki’nin 1912’de askeri bir diktatörlüğe yönelmesinden, 1918’de İstanbul’un işgaline kadar süren yeni bir sürgün dönemi başlamıştı. Meşrutiyet yanlısı ve özgürlüğün savunucusu oldukları gerekçesiyle sürekli sürgün cezasına maruz kalan ittihatçılar, 1910’lu yıllarda ise muhalifleri, Hürriyet ve İhtilaf Fırkası mensuplarını sürgüne gönderdiler.

27 Nisan 1909 Salı günüdür… Sultan II. Abdülhamid’in Selanik’teki sürgün hayatı başlar… Enver Paşa, Talat Paşa yani İttihat ve Terakki zihniyeti ülkeyi yönetmeye başladıktan sonra ülke ve Sultan yakasını felaketlerden kurtaramaz…

Talat Paşa ve arkadaşları Sultan II. Abdülhamid Han‘ı Selanik’te ziyaret eder ve siyasi taktiksizlikten yoksun kaldıklarını beyan ettikten sonra kendisinden yardım isterler…Sultan II. Abdülhamid gelenleri;

 “Siyasi karar alabilmek için günlük siyaseti çok iyi takip etmek gerekir… Ben aylardan beri burada sürgün hayatı yaşıyorum ve gelişmelerden de haberdar değilim, sadece olayların sonuçlarını bilmekteyim… Bu yüzden size yardımım olamaz, bunu beni buraya gönderirken düşünmeliydiniz… Artık çok geç… “ diye yanıtlar.

Üç yıl altı ay Selanik‘te sürgün hayatı yaşayan Sultan II. Abdülhamid, daha sonra Beylerbeyi Sarayı‘nda öldüğü güne kadar âdeta hapis hayatı yaşar… Enver Paşa, Sultan II. Abdülhamid’i ziyaret ettikten sonra, Talat Paşa‘ya gider ve ağlayarak itirafta bulunur;

“Başımıza ne geldiyse bu adama yaptıklarımızdan geldi ve daha ne gelecekse o yüzden gelecek! Biz Turan yapmak istedik, viran olduk. Bizim asıl sorumsuzluğumuz Sultan Hamid’i anlamamak ve Siyonizme alet olmaklığımızdır… Acıdır, fakat hakikat budur!”

Sultan II. Abdülhamid hatırlarında şöyle yazmaktadır:

“Hakikati hiç olmazsa ben dünyadan el çektikten sonra itiraf etsinler! Ben iyi, güzel, faydalı hiçbir şeyin düşmanı olmadım, bunlara düşman olanlardan başka… Geri dönüşü olmayan siyaset altı yüz yıllık bir imparatorluğu çökertebiliyor… Bir ülkenin yarınlarını şekillendirmek isteyen siyasiler dününü de çok iyi bilmelidir…”

Bu kitap, II. Abdülhamid döneminde, evliliğinin üçüncü ayında, ailesini, anasını, babasını, karısını görmeden, kimseye haber veremeden sürgüne gönderilen Mehmet Bey’nin öyküsüdür.

Tarihi gerçekler ışığında, araştırma, roman, öykü karışımı bir kitaptır elinizde tuttuğunuz.

Çengel İşkencesi’nin yapıldığı düzenek, kalın kalaslardan yapılmış, kuleye benzer ahşap bir çatıdır. Üzerinde değişik uzunlukta aralıklarla sıralanmış, uçları yukarı doğru kıvrık çengeller vardır. Anadan doğma soyulan zanlı ya da suçlu elleri ve ayakları bağlanır, cellâtlar mahkûmu makaralı iplerle çatıya kadar çeker ve bir anda çengellerin üzerine bırakırlardı. Suçlu düşme şekline göre başından boynundan gövdesinden karnından bacağından çengellerden birinin veya bir kaçının üzerine saplanır kalırdı.

Osmanlı İmparatorluğu’nda sürgünler, Çengel İşkencesi’nden daha ağır bir cezadır. Osmanlı döneminde kamu düzenine karsı suç işlemek, kalpazanlık, sahte evrak düzenlemek, mezhep değiştirmeye zorlamak, yalancı şahitlik, adam öldürme veya yaralama, fuhuş, ırza tecavüz, iftira, küfür, hırsızlık, veraset anlaşmazlığı, Müneccimlik, rüşvet, kaleden suçlu kaçırmak, halka zulüm, tegallüb, tezvir ve teşvik, görevi ihmal, çekememezlik, din, siyaset, idareten, eşkıyalık, asayişi bozmak, emre itaatsizlik, tehdit, küfür, kız kaçırmak, sahtekarlık, rüşvet, edebe aykırı mektup yazmak, sekavet, fetva emirlere karşı gelmek, fal bakmak, vergi ödememek, kaçakçılık, yasak islerle uğraşmak, miras paylaşımında huzursuzluk çıkarmak, keyfi sebepler ve devleti zarara uğratmak gibi suçların karşılıgı olarak sürgün veya kalebentlik cezası veriliyordu.

Araştırmalarınız hep tarih üzerinde yoğunlaşıyor. Bunun sebebi nedir?

Tarih öğretmenim, Enver Behnan Şapolyo, tarihi, bir masal gibi anlatır, rakam ve gün karmaşasına girmeden, tarihi sevmeyi öğreten bir anlatış biçimiyle, bizlere, tarihi yaşamayı öğretirdi.

Enver Behnan Hoca'ya göre, tarih; Bir takım tarihleri öğrenmek, ezberlemek demek değil, o tarih kitaplarında belirtilen ay gün ve yıl, zaman zaman hatta saat saat verilen tarihin içeriğini karşılaştırmalı olarak yüreğe kazımaktı. Tarih, tarihin insan yaşamındaki yerini öğrenmekti. Tarih öğrenmek, tarihin devlet ve egemenlik ile dinsel haberlerle tarih haberleri arasında ilinti ve ayrımların farkına varmaktı. Tarih, insanlığın toplumsal yapı içindeki ve uygarlıktaki yaşam biçimini kavramak için öğrenilirdi.

Tarihçi Enver Behnan Şapolyo, Cumhuriyet dönemi tarihçileri arasında, dönemin hâkim milliyetçi anlayışının öncülerindendi. Şapolyo’yu özgün kılan ayrıntılardan biri de Türk tarihçiliğinde saha araştırmalarına değer veren ender tarihçilerden birisi olmasıydı.

O, tarihçinin yalnız yazılı kaynaklar ve arşiv vesikalarıyla kendisini sınırlamamasını gerektiğini düşünürdü. Tarihçi olmak istiyorsak, bir fikre bağılı kalarak, toplumsal tarih çalışmaları için birden çok daha fazla sayıda, sahaya inerek, olayların izini süren bir araştırmacı olarak halkın karşısına çıkmamız gerektiğini anlatırdı.

Öğretmenim Şapolyo’ya göre, bireylerin, zaman içinde oluşan farklı olay ve olguların bilgisini yalnızca tarihin sağladığı bilgi ve tecrübeleri ile anlayabileceğini ve yapacağı karşılaştırmalarla, iyi ya da kötünün bilgisine erişeceğini düşündüğünü anlatır, bizim de böyle değerlendirmeler yapmamızı isterdi.

Anlar mıydık?

Anladığımızı bu günlerde daha iyi kavrıyorum.

Biraz da “Başveren İnkilapçı Ali Suavi” kitabınızdan bahsedelim...

Ali Suavi, Çankırı'nın Çerkeş Kazasının, Viranşehir Nahiyesi'nden İstanbul'a gelip yerleşen Cepkenoğlu ailesine mensuptu. O zamanlar Çankırı, Kengiri diye anılıyordu ve Çerkeş, Kastamonu Sancağı'na bağlı bir nahiyeydi. Ali Suavi, baba tarafından Çerkeşliydi. Benim çocukluğum onun baba yurdunda geçmişti. Ya onun çocukluğu?

“Kim bu Ali Suavi? Bir Padişahı görevden uzaklaştırıp yerine başka birisini çıkartmayı planlayacak kadar ilginç düşünceleri olan, liberal mi, dinci mi, ihtilalci mi, Jön Türk mü, Genç Osmanlı mı?” sorusuna yanıt arayan bir araştırmadır Başveren İnkılâpçı Ali Suavi...

Ali Suavi, Türk tarihi ile yakından ilgilenmiş, Türk uygarlığının dünya tarihi içindeki önemi üzerinde duran ilk Türkçülük önderlerinden biri olmuş, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması gerektiğini 1800'lü yıllarda söyleyen bir kişiydi. Türk dilinin en eski ürünlerini tanıtan yayınlar yapmıştı. Türkçeyi, Osmanlıca olarak tanımlamanın yanlışlığını ilk ileri sürenlerdendi. İslam uygarlığı etkisi ile, Arapça ve Farsçadan zorunlu olarak alınan sözcüklerle birlikte yabancı dilbilgisi kurallarının benimsenmesine de karşı çıkıyordu. Ali Suavi, abece sorununun bir din sorunu değil, dünya işleriyle ilgili bir sorun olduğunu, gerekiyorsa değiştirilebileceğini, Türk yazı devriminden 59 yıl önce dile getirmişti.

Kuran'ın her İslam ulusunun kendi dilinde okunabileceğini ileri sürüyor, camilerde hutbeninin Türkçe okunmasını istiyordu. Türk aydını 1789 Fransız İhtilali'nin etkisi altında yetişmiştir. Bugün bile laiklik tartışması hedef yapılmaya çalışılmaktadır. Atatürk'ün yaşadığı günlerde de böyleydi. Atatürk islamı anlamak için çok çaba sarf etmişti. Ama o okuyan, okuduğunu anlayan bir kişiydi. Menemen olayı onun kurduğu rejimi sarsan bir hareketti. Onun hayatta olduğu dönemde İslam baskı altında tutulmadı. Ama Atatürk Cumhuriyetin tehlikeye girdiğini görünce, geri dönüp "Ben halifeyim" demek yerine "Laik Cumhuriyetten" söz etti.

Kullandığı kelimeler aynen “Laik cumhuriyet” sözcüklerini içermese bile ortaya koyduğu model buydu. Bunları baskıyla değil, baskıya tepki olarak ortaya koymuştu. Genç Osmanlıların, Jön Türklerin paradoksundan bir Türk ulusu yaratmayı hedefledi: "Çağdaş bir Türk ulusu”

Ali Suavi hilâfetin korunmasına da, yok edilmesine de taraftar değildi. Çünkü ona göre hilâfet adıyla bir kurum yoktu. Monarşi olarak tanımladığı bireysel saltanat ve mutlakıyete karşı da cephe almıştı. Ali Suavi, “Demokrasi” adlı makalesinde, İslâm devletinin başlangıçta, cumhuriyetle idare edildiğini ileri süren ve mutlakıyet yerine “usûl-i meşveret”i (Danışma, Konuşup anlaşma, Fikir edinmek için konuşup görüşme, Görüşme meclisi usulü) istediğini söyleyen adamdır.

"1800'lü yıllarda yaşasaydık Ali Suavi'nin dostu olmak ister miydik? " sorusunun yanıtını herkes yüreğinde vermelidir. 1870'li yıllarda, hilafetin dinde yeri olmadığını yazıp söylemek kolay değildir. Latin alfabesinin dilimize uygun düşmesi halinde yazıyı değiştirmenin şeriatla hiçbir ilgisinin bulunmadığını ileri sürüp bu fikrin savunuculuğunu yapmak yürek ister.

Kitabına resim koyduğu için zındık diye eleştirenlere karşı, peygamberin resminin bile yapılabileceğini ileri sürmek; Üstelik bunları iyi bildiği din esaslarına göre açıklayarak bütün şeriatçıları yobazlıkla suçlamak kolay bir şey değilse, bugün kendisini onun yerine koymak istemeyecek insan yoktur diye düşünüyorum. Hasan Tahsin'in ilk kurşunu attığı yerde, onun silahı yere düştüğünde alıp, kaldığı yerden devam etmek istemeyecek Türk yoktur.

Ali Suavi II. Mahmut’u tahttan indirip yerine V.Murad'ı tahta çıkarmak amacıyla Çırağan'a gittiğinde silahı var mıydı? Varsa, Beşiktaş'ta meyhaneden kalkıp Çırağan'a gelerek, Ali Suavi'yi kafasına odun vurup öldüren Beşiktaş Zabıta Amiri 7-8 Hasan Efendi ona odunu vurmaya kalkınca Ali Suavi neden silahını çekip ateşlemedi? O acaba bir silahsız eylemci miydi?

Salahattin Oytun İdel / Karşıyaka Haber

PAYLAŞ
Beğendim 0 Muhteşem 0 Haha 0 İnanılmaz 0 Üzgün 0 Kızgın 0
Önceki Haber ''Seyyar makam odası'' Örnekköy'de kuruldu
Sonraki Haber Banvit maçının biletleri satışa çıktı

SEN DE DÜŞÜNCELERİNİ PAYLAŞ!

Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.


yükleniyor

BU HABERİ OKUYANLAR BUNLARI DA OKUDU

Köşe Yazarları

Anket

Yeni İnternet Sitemizi Beğendiniz mi?