‘’İzmir'in 80km batısında yer alır…
Alaçatı'nin tarihi M.Ö. 3000’lere kadar uzanır. M.Ö. 10. yüzyılda Alaçatı, İyonya bölgesinin tam merkezinde bulunur. Antik dönemdeki ismi ise “Agrilia”dır. Grekçe ‘’vahşi zeytin ağacı’’ anlamına gelir. Agrilia bir iyon köyüdür. Bölgenin en büyük iyon şehri ise Erythrai'dir.
Sırasıyla Lydia, Pers, Bergama Krallığı, Roma, Bizans ve 14. yüzyılda Cenevizlilerin hakimiyetine girmiştir.
16. yüzyılda bölgeyi Piri Reis ziyaret eder. 1566 yılında Osmanlı Sakız adasını fetheder ve bölgeye bir Türk aşireti olan Alacaat aşireti yerleştirilir. Bir hikayeye göre bölge ağasının bir alaca atı varmış. Alaca atlı kelimesinden türeme ihtimali de vardır.
17. yüzyıla gelindiğinde, dönemin sadrazamı, güneyi bataklık olan bölgenin ıslah edilmesini buyurur. Verimli topraklara sahip olan bölgeye 19. yüzyılın ortalarında Haci Memiş ayan olarak atanır. (Ayan: devletin, asker ve vergi toplama işlerini üstlenen kişilerdir.) Osmanlı ayanı Hacı Memiş, depremlerle yıkılmış olan Sakız Adası’ndaki yoksullaşan Rum nüfusu çeşitli işlerde çalışmak üzere Alacaat köyüne davet eder…
Rum işçilerin katkıları sonucunda Alaçatı’nın güneyindeki bataklık bölge kurtarılarak yerleşime açılır…
Alacaat köyünde sıtmaya yol açan bataklığı kurutmak üzere, Alaçatı Limanı’na bir kanal açılır. Açılan kanal ise sonradan gemilerin yanaştığı bir liman olur. Yöredeki toprak sahibi Türkler, kanal inşası için gelen Rum işçilere tarlalarını imar edip işlemeleri koşulu ile verir. Böylece denizden bir kaç kilometre içeride bir köy kurulur…
Rumların yöreye yerleşip Türk toprak sahiplerinin verimli tarlalarını kiralamasıyla Alaçatı’da bağcılık da gelişmeye başlar. Yine bu dönemde Avrupa bağlarında bir hastalık kol gezer. Avrupalılar, şarap ihtiyaçlarını karşılamak için farklı bağlara yönelirler. Verimli ve sağlıklı bağlara sahip ve de limanı bulunan Alaçatı için bu büyük bir fırsat olmuştur…
Limanı sayesinde şarap ihracatıyla zengin bir yerleşim yeri haline gelmiştir. Maddi olanakları geliştikçe işlettikleri tarlaları satın almaya başlayan Rumlar ile birlikte ticaret hayatı da hareketlenir. Bugün Alaçatı’nın birer birer restore edilmekte olan göz alıcı taş evlerinin çoğu, 1850-1890 yılları arasında inşa edilen bu tarihi evlerdir. Buraya yerleşen Rumlar, yörenin imarında önemli rol oynamışlardır. 1878 ve 1881 yılında 2 büyük deprem meydana gelir ve evlere zarar verir.
1895 yılı nüfus sayımına göre, Alaçatı’nın nüfusu 13845 kişidir ve bu nüfusun sadece 132 kişisi müslümandır. Ancak 1912 yılındaki Balkan Savaşı’nda, Balkanlar’dan kaçan Girit, Yugoslavya, Selanik ve Makedonya’dan gelen müslüman göçmenler yerleştirilir…
Bağları ve şarabı ile ünlenen bölgenin geçim kaynağı nüfus değişimi ile birlikte; tütün ekimi, zeytin, enginar, anason, narenciye, kavun, sakız ağacı ve hayvancılık olarak dönüşür…
Balkan Savaşıyla ve 1. Dünya Savaşıyla birlikte Rum nüfus da göç etmek zorunda kalır. 1. Dünya Savaşı bitmesiyle buradan göçmek zorunda kalmış bazı aileler tekrar geri dönerler ama bu durum fazla uzun sürmeyecektir…
1924 yılında Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanan “mübadele anlaşması” ile Türkiye’deki yerleşik Ortodoks Rumlar Yunanistan’a gönderilir. Bu uygulama ile 2 milyona yakın insan göç etmeye zorlanır.
Rumlar Alacaat’a, Alatsata ismini vermiş, göçmen Türkler ise bunu Alaçatı’ya çevirmiş. Alaçatı’dan göçmek zorunda kalmış olan Rumlar dünyanın farklı köşelerine göçmüşler ama Alatsata ismini yaşatmışlardır. Günümüzde Girit adasında Nea Alatsata yanısıra Avustralya’da ve Amerika’da şehirler kurmuşlardır…
2. dünya savaşına kadar. Alaçatı limanı İzmir"in ihracat limanı olarak kullanılmıştır.
1990’lara gelindiğinde ise Alaçatı bu kez de rüzgarıyla ün salmaya başlar. Alaçatı kendi halinde bir yerken ilk olarak Avrupalı sörfçüler keşfeder ve keşfettikten sonra da her yıl gelmeye başlarlar. Rüzgar sörfü tutkunlarının limana gelmesi ile birlikte, Alaçatı’nın bir turizm destinasyonuna dönüşümü başlamış olur…
Özellikle Rum mimarisinin etkisinde kalan Alaçatı’da evler yöreye özgü taşlardan ekseriyetle cumbalı ve iki katlı olarak inşa edilmişlerdir. Ev yapımında yöreye ait pomza taşı kullanılmıştır. Evler yaz mevsiminin dayanılmaz sıcağına karşı, kuzey-güney yönünde ve güneşi az görecek şekilde ve yazın rüzgardan en iyi şekilde istifade eden mimariye sahip şekilde inşa edilmişlerdir. Dar sokaklar gölge sağlar. Alaçatı’nın sembolü haline gelmiş ve dönemin teknoloji harikası olarak adlandırılan yel değirmenleri ise yörenin en eski yapılarındandır…
2006 yılında Alaçatı kentsel sit alanı ilan edilerek, geleneksel mimariye uygun olmayan yeni binaların yapılmasının önüne de geçilmiştir. Alaçatı taşı olarak bilinen ve pomza taşı görünümlü kesme taşlardan yapılan taş evler sayesinde bölgenin mimari dokusu bir değer haline gelmiş ve korunmuştur…
Nüfusu 10000 kişidir. 704 kilometrekarelik bir alanı kapsar…
2010 yılından beri düzenlenmekte olan Alaçatı Ot Festivali’nde bölgede yetişen otlardan yapılan yemeklerle ot çeşitlerinin tanıtılması hedeflenmektedir…’’
Benim için Alaçatı yukarıdaki tarihi ve nezih geçmişiyle zihnimde yer edinen şahsına münhasır bir yer iken ŞİMDİ İSE;
‘’Kroyum ama para bende diyenlerin işgali altında olan, sokaklarında bangır bangır gürültünün yankılandığı (müziğin belli bir desibelin üstünde olanını gürültü olarak nitelediğimden böyle yazdım), artık eğitimsizlerin maddi gücü elinde tuttuğu güncel Türkiye’mizde cehaletin kök saldığı canım ülkemde bu grubun temsilcilerinin güç sahibi olduğu ve kendi kendilerine koydukları yasaları uygulamayı hukuki yasaları uygulamaya tercih edenlerin sıktığı kurşunların havalarda uçuştuğu, içsel çirkinliklerinin yüzlerine vurduğu insan müsveddelerinin sokaklarında kaynaştığı, iyi-güzel-ahlaklı ve doğru kavramlarının anlamını bilmeyenlerin o güzel dokuyu da oraların güzel maneviyatını da belki de geri dönülemeyecek şekilde tahrip ettiği, oraların yerlisinin kendi memleketinde yabancılaştığı ve kendi memleketinin tarumar edilmesini engellemeye gücünün yetmediği YENİ ALAÇATI’’ oldu…
İlber Hoca ağız dolusu ‘’cahilleeer’’ diye haykırmakta ne kadar da haklı! Hele ki bir de bunlar para’lanınca konvansiyonel silahlardan nükleer silahlara geçiş yaptılar adeta güzel memleketimizi yok etmek için…
Ne yaparsanız yapın, ne kadar güçlenirseniz güçlenin, hangi yollardan elde edildiği belli olmayan (ya da belli!) o paraya ne kadar fazla sahip olursanız olun tedavisi mümkün olmayan hastalıklar arasında belki de birinci sırada yer alan o ‘’cehalet’’ hastalığınızı asla ama asla sırtınızdan atamayacaksınız. Ve bizler de Lal Denizli’nin de slogan olarak kullandığı gibi ‘’öze dönüş’’ sevdamızdan asla vazgeçmeyeceğiz…
İyiler daima kazanır, unutmayın…
Sağlıcakla kalın!..
SEN DE DÜŞÜNCELERİNİ PAYLAŞ!